BİR İZMİR ROMANI GÜZ KOKULU GÜNAHLAR

Elif Aydoğdu
elif.aydogduoral@gmail.com
Fotoğraf: Damla Solar

Hakan Yaman benim tanımakta geç kaldığım bir yazar, umarım siz benim kadar geç kalmamışsınızdır. En güzel dostlar sizi, ıskaladığınız bir yazarla buluşturanlardır; önünüzde yepyeni bir dünya açılır desem çok mu iddialı olur. Bir gün bir kargo aldım ve içinde Hakan Yaman’ın İsrafil’in Kanatları, Fotoğraftaki Kadın, Güz Kokulu Günahlar ve Romancı adlı kitapları çıktı. Önce Güz Kokulu Günahları okudum, ardından Romancı’yı… Romanlar insana bir başkası olabilme, başka bir yere gidebilme, bambaşka şeyler yaşabilme şansı verir. Bu yönüyle insanı özgürleştirir de… Düşünsenize bir başkasının yaşadıklarını, gördüklerini neredeyse nefesini yanı başınızda hissederek, bazen tebessümle bazen üzülerek okuyabilmek ne büyük bir deneyim. Sevdiğiniz yazarları minnetle hatırlayınız.

Hakan Yaman’la bir İzmir romanı olan Güz Kokulu Günahları ve son romanı Romancı’yı konuştuk.

Güz Kokulu Günahlar romanı; adıyla, ihanet eden kadın karakteriyle, kurgusuyla, mekan anlatılarıyla adeta 19.yüzyıl romanlarına bir selam gibi…  1800’lerin sonunda İzmir ve çevresi romanın ana mekânları… Bu roman için dönemi çok araştırmış olmalısınız? Bu fikir nasıl oluştu, İzmir Levanten hayatı merak ettiğiniz konular mıydı? Romanın ön hazırlık dönemini biraz anlatır mısınız?

“Güz Kokulu Günahlar” çıktığında, TRT’de katıldığım bir radyo programında ben de bu romanımı, 19. Yüzyıl romanlarına bir selam göndermek için yazdığımı söylemiştim. Kadının ihaneti, 19. Yüzyıl romanında sık işlenen konulardan biridir. Anna Karenina, Madame Bovary, Effie Briest ve daha niceleri…  Bilinçli olarak okumaya başladığım yıllarda, 19. Yüzyıl romancılarından çok etkilendim, beni yazmaya başlatan onlardır diyebilirim. Başta Balzac, Dostoyevski, Tolstoy, Dickens, Andre Gide ve diğerleri… Bu romanla biraz da onlara olan borcumu ödemek istedim sanırım.

“Güz Kokulu Günahlar”ı yazarken yapmak istediğim şeylerden biri de, klasik bir konuyu, post-modern bir anlayışla ele almaktı. Bu yüzden roman, bir 19. Yüzyıl anlatıcısının anlattıklarıyla romanın kahramanlarından Isabella Vitelli’nin günlüğünde yazılanlar üzerinden yürüyor ve bu anlatılar zaman zaman iç içe geçiyor, çelişiyor, biri diğerinin söylediklerini yalanlar hale geliyor.

İzmir’i çok severim. İstanbul’dan sonra yaşamak isteyeceğim ikinci şehir İzmir olmuştur hep. Bu romandan önce de İzmir’in tarihi, burada yaşayan Levantenlerin yaşamları ilgi duyduğum konulardı. Bu merak, romanda önüme ayrıca bir zorluk olarak da geldi. O dönemi romanda yaşatmak ve hatasız anlatmak için çok araştırma yaptım. Yüzlerce kitap okudum, kütüphanelere gittim, dönemin İzmir haritalarını sokak sokak inceledim. O yıllarda Yedi Kiliseler’i ziyaret etmiş İngiliz seyyah Arundell’in iki ciltlik “A visit to the seven churches of Asia” isimli kitabı ile Rauf Beyru’nun “19. Yüzyılda İzmir’de Yaşam” adlı kitapları okuduğum yüzlerce kitap arasında en çok işime yarayanlar oldu diyebilirim. Araştırarak roman yazmayı seviyorum. Bu tarafıyla, benim için ilk romanım “İsrafil’in Kanatları”dan sonra, yazı süreci en keyifli geçen romanımın “Güz Kokulu Günahlar” oldu.

Güz Kokulu Günahlar’da yine 19. Yüzyıl romanlarında ya da biyografilerinde aşina olduğumuz günlük tutan bir kadın var. 19. Yüzyıl diliyle ve bir kadın ağzından günlük yazmak zorladı mı sizi?

Bir kadının kaleminden kendi iç dünyasını yansıtan bir günlüğü yazmaya çalışmak, yine özellikle seçtiğim bir zorluktu. Bunun için dönemi araştırırken, bir taraftan da aynı yıllarda kadın yazarların yazmış oldukları günlükleri, romanları okuyarak kendimce bir dil geliştirmeye, aslında İsabella Vitelli’nin dilini oluşturmaya çalıştım. Bunda ne kadar başarılı olduğumu bilemiyorum, ancak geçenlerde bu romanı beğenip beğenmemekte kararsız kalan bir kadın okurumun yorumunu okudum. Okurum, İsabella’nın günlüğü için, bir kadın yazsaydı ancak bu kadar iyi yazabilirdi demiş. Bu çok hoşuma gitti. Yazarlık oyunculuk gibidir, her kılığa girmeniz ve giydiğiniz kıyafeti iyi taşımanız gerekir. Yoksa sürekli kendinizi tekrarlarsınız, kıyafet değiştirmeye çalışsanız da kostüm üzerinizde durmaz, altından sürekli siz sırıtırsınız.

Belki bunu çok duymuşsunuzdur ama ben Güz Kokulu Günahlar’ı okurken adeta sinema gibi izledim bir yandan… Belki biraz pahalı bir prodüksiyon olur ama sinemaya, belki bir diziye çok yakışacağı yönünde teklifler gelecektir. Ne dersiniz?

Romanlarımdan birinin dizi veya film olmasını çok isterim tabii, ama şu ana kadar bir teklif almadım, alırsam memnuniyetle değerlendiririm. Sizin de belirttiğiniz gibi, “Güz Kokulu Günahlar”, filmden çok dizi olmaya daha uygun bir roman gibi duruyor. “Fotoğraftaki Kadın” romanım da kurgusu, temposuyla ve bizim insanımıza has özellikleriyle, Türk sinemasına uygun düşecek bir film senaryosuna dönüşebilme potansiyelinde.

Son romanınız Romancının; konusu bir yazarın nasıl katil olduğunu okurları ile paylaşması belki bir veda mektubu… Romancı’da, politika, din, sosyoloji, psikoloji, drama ve mizah gibi birçok yön var. Bir de edebiyata dair çok bilgi/yorum var. Merak ediyorum yazarken bu kadar çok edebiyat göndermesinin okuyucuyu rahatsız edeceğini ya da fazla geleceği endişesini taşıdınız mı? Tartıştınız mı bu süreci içinizde…?

“Romancı”yı yazarken zengin bir roman olması öncelikli kaygımdı. Bunun dışında bir endişem olmadı. Bir romancının hayatının merkezinde edebiyat durur. Bu nedenle romanımın kahramanının da edebiyata dair yorumlar yapması, pek çok kitaptan ve yazardan bahsetmesi, aslında yadırganacak bir durum değil. Ben yazarken okur sıkılır mı diye düşünmemeye çalışırım, bu çekinceyle yazmak romana zarar verir. Ancak romandaki romancı bu endişeyi taşıyor. Fakat yine de itiraflarının içine, edebiyata dair çok şey katıyor. Bazı okurlar, bu durumdan sıkılmış olabilir, ancak ben onların yerinde olsam, bu romandan bana yıllarca yetecek okuma listeleri çıkarırdım. “Romancı”da adı geçen yazar ve eserlerin hepsi, yılların deneyimiyle damıtılarak okura aktarılmış değerler. Romancı bu tarafıyla, ne okuyacağım diye düşünen okur için bir fırsat aslında. Bu fırsatı değerlendiren okurlarım oldu. Yaptıkları okuma listelerini okumaya başladılar, bu listeleri arkadaşlarıyla da paylaşıyorlar.

Romancı’da bugünkü günlük hayatımıza dair pek çok yön var. Romanda başörtülü bir kızla, ateist bir adamın ilişkisini anlatmayı seçmeniz bana bir tür cesaret gibi geldi. Bunu şunun için söylüyorum; tabii ki her şey anlatılabilir. Ama romanın sadece bu yönüyle konuşulabileceği endişesi geçti mi içinizden?

Romanın siyasi ve biraz da felsefi tarafını temsil ediyor bu ilişki ve aslında tam da romanın ortalarında bir yerlerde duruyor. Fakat ne ilginçtir ki şu ana kadar “Romancı” hakkında yazılanlarda ya da verdiğim röportajlarda bu konuya yeterince değinen olmadı. “Romancı”nın, bir ateistin muhafazakâr bir kadınla yaşadığı ilişkiyi anlatan bir aşk romanına indirgenmemesi için gerekenleri yaptığımı düşünüyorum.

Romancı’yı okumamın üzerinden bir süre geçtikten sonra düşündüm ki bu metinde bir başörtülü kızla bir ateist adamın aşkı, eşcinsel karakterler, Down Sendorumlu bir çocuk, boşanmış bir çift, eski eşinin yeni eşiyle bir arada yaşayan bir adam…. Bu kadarı da fazla dedirtecek birçok şey var. Ama sonra biraz etrafa bakınca gerçek hayatın da en az bu kadar karmaşık olduğunu düşündüm. Ne dersiniz?

Kurmaca çoğu kez gerçek hayatın yanında çok daha inandırıcı kalır. Öyle durumlar yaşıyoruz ki hayatta; romana koysanız kimse inanmaz, bu kadarı da ancak romanlarda olur derler. Bu yüzden, hayatın bazen bir temsili olarak şekillenen, bazen de onu yeniden var eden edebiyat, bundan çok daha fazlasını kaldırır. Yeter ki romandaki olaylar, tamamen rastlantılar üzerine kurulmasın. Romanların çoğunda sıkça karşımıza çıkan bir durumdur bu. “Romancı”da, romancının, Zahide ile Cihangir Camisi’nin bahçesinde karşılaşması dışında bir rastlantı yok.

Romancı’da İstanbul özellikle Beyoğlu, Cihangir, İstiklal Caddesi çok canlı olarak yer alıyor. Bu insanda sizinle yapılacak edebiyat turu hevesi veriyor. Böyle bir şey düşünür müsünüz?

Roman bittikten sonra, bunu ben de düşündüm. Böyle bir geziyi ilk fırsatta gerçekleştirmeyi düşünüyorum. “Romancı”nın geçtiği edebi mekânlarla bir İstanbul gezintisi, hem okurlar, hem de benim açımdan keyifli bir deneyim olur. Tek eksik, bu organizasyonu yapacak birileri…

Siz bildiğim kadarıyla özel sektörde çalışıyorsunuz. Dördüncü romanınızı yayınladınız. Bu iki dünya birbirini besliyor mu? Yoksa çelmeme takıyor?

İşimin, kesinlikle yazarlığımı beslediğini düşünüyorum. İşim sayesinde çok yer görüyor, çok insan tanıyorum. Bu da sürekli aynı şeyleri yazma tehlikesinden kurtarıyor beni. Bu konuyu birkaç kez edebiyat dünyasından önemli isimlerle de tartışmıştık. Hemen hepsi benimle aynı şeyleri düşündüklerini söylemişlerdi. Sadece bir zorluğu var. İki dünya arasında geçişler bazen güç olabiliyor. Clark Kent’in Süpermen’e dönüşmesi gibi hemen telefon kulübesinde kıyafeti değiştirmek pek mümkün olmuyor yazarlıkta…