BEŞPARMAK DERGİSİ, 2014

Çağdaş Türk Romanı Denilince Adı Anılmadan Geçilemeyecek Bir Eser:Romancı

Orhan Pamuk’un bir söyleşide sarf ettiği sözleri tekrar ederek yazıya başlamak isterim. Şöyle diyordu Orhan Pamuk röportaj verdiği kişiye: Benim romanlarımı hem kuaför dükkânında çalışan bir çırak, hem de bir profesör okuyup zevk alabilmeli.

İşte Hakan Yaman’ın son romanı ‘ROMANCI’ tam da böyle bir kitap. Romanın başkahramanı bir roman yazarı olunca, entelektüel boyutu olan tartışmalar da sürüyor kitabın sayfaları içinde. Postmodern bir tavrı benimseyip metinle okur arasına sık sık giriyor yazar, okurla tartışıyor çoğu yerde; okurun ağzından sorular soruyor kendine, sonra o sorulara cevaplar buluyor yine kendi.

‘Romancı’nın, çözmesi için çeşitli yerlere kartpostallardan oluşan şifreler bırakıyor gizemli biri ve her şifre farklı bir yazara götürüyor ‘Romancı’yı. Bu bazen bir yazarın mezar taşı oluyor, bazen okuduğu okul, bazen bir zamanlar yaşadığı ev… Bu şifreleri çözebilmek için oldukça derin bir edebiyat bilgisine sahip olmak gerekiyor; bu da kahramanımız ‘Romancı’da fazlasıyla bulunmakta. Romancı’nın dünya edebiyatının usta kalemlerinin ya da Türk yazarlarının çoğunun eserine olan hâkimiyeti açıkça görülüyor.

‘1990’ların ortasında Türkçeye çevrilen Jostein Gaarder’ın “Sofi’nin Dünyası” isimli romanında da tıpkı böyle şifreler bırakan bir ulak vardır. Bu bir köpektir, adı Hermes… (Yunan mitolojisinden esinlenilerek konmuş bir isim. Zeus’un oğludur Hermes.) Bu roman, felsefe tarihi üzerine yazılmıştır ve yayımlandığı ülkelerde kitaba ilgi duyup okuyanlar sadece bu romanla yetinmemiş felsefeyle ilgili başka başka kitaplar da okumaya meyletmişlerdir. Tabii ki durum böyle olunca felsefe hakkında bilgileri de derinleşmiştir doğal olarak. Biz de Romancı’nın anlattıklarından sonra birçok yazar hakkında böylesine bilgi sahibi oluyoruz ve kim bilir belki de bazılarımız şifrelenmiş bu yazarların bir eserini edinip okumaya başlayabilir ‘Romancı’yı bitirdikten sonra.

O eserlerden alıntılanan epigrafların çeşitliliği ve metnin akışıyla uyumu şaşırtıyor bizi çoğu kez. Bazen bu romanda geçen bu yazarların hayatlarının dönüm noktalarını öğreniyoruz metnin içinde, bazen yaşadıkları mekânlara gidiyoruz, bazen de mezar taşlarındaki bir küçük ayrıntıyı öğreniyoruz. Aşk uğruna öldürülen kadın kahramanlar da anlatılıyor kimi yerde, intihar eden yazarların hayatlarına son verme biçimleri de, katil olmuş biçare anti kahramanlar da… Ya da ‘İyi edebiyat nasıl olur, nasıl olmalıdır, tartışmaları… Yazarla okuru arasındaki ilişki… İyi eserler kaleme aldığını düşünen bir yazarın çok satamamasının sebepleri üzerine yapılan ironik saptamalar… Yazarların yazarlarla olan sığ ilişkilerine göndermeler, vb…

Bu bahsettiklerimizi sıkıcı, didaktik bir üslupla vermemiş yazar kitabında. Bilakis bazen eğlenceli, bazen de gerilimli bir atmosferde kurgunun içine sokarak okurun dikkatini hep diri tutabilmiş.

Anlatıcı bazen okura şöyle seslenir: “Hasta kardeşime gerekli paranın tedariki için yazılmış bir metindir bu; yani sadece kurgudan ibarettir anlayacağın.” İşte o zaman yazar okurla kendi arasına mesafe koyar, okura okur olduğunu hatırlatıp kahramanlarla özdeşleşmesini engeller. Bazen de şöyle der içtenlikle: işlediğim cinayetlerin itirafıdır bu yazdıklarım. “İntihar öncesi bir veda yazmak adettendir; bense arkamda koca bir roman bırakıyorum.” Bu da bizim otobiyografik türde, yani gerçeklerden oluşan bir hikâye okuduğumuzu düşündürür. İşte o zaman günlük hayatın içinde nerde bir siren sesi duysak,  ‘Polis, kitabın yazarının izini sürüyor galiba’ deriz bir anlığına düştüğümüz gafletle.

Başkarakter Romancı’nın ilk anda birbirleriyle bağdaşık görünmese de anlatımdaki ustalıkla her biri birbirine girift olmuş kadın/erkek baba/oğul, ateist/dindar, heteroseksüel/eşcinsel, sağcı/solcu, ana/oğul ilişkileri… Çok sevdiği savunmasız kardeşi Naz’ın, onun köpeği Biber’in ve mahalle baskısı altında yürütmeye çalıştığı, tanıdıkça çok sevdiği tesettürlü bir genç kadın olan Zahide ile yaşadıkları oldukça insani temelli naif ilişkileri… Bu kadının çevresindeki diğer kişilerin onu yokmuş gibi farz edip dar bir alana hapsetme çabası ve kadının tüm yasakları delip gizliden gizliye özgürlüğün bayrağını eline alması ve bu durum karşısında okurun da kahramanımız Romancı’nın da ‘tesettürlü kadın’ imgelemine baktıkları önyargının yerle bir edilmesi… Tabii ki ilmek ilmek örülen bir kurguyla; usul usul, perde perde cinnete doğru yol alışın hikâyesi…

Sadece olay örgüsünün başarıyla işlenmesi değil romanın bu kadar akıcı olmasına sebep. Kullanılan dilin zenginliği,  neredeyse gereksiz tek bir kelimenin dahi olmayışı ve kelimelerin özenle seçilmiş olması da ritmi ayakta tutan nedenlerden. En karmaşık ruh halleri bile çorap söküğü gibi anlatılıyor romanda. Bazen sonbahar mevsiminde bir park oluyor yaşanılan mekân ve sarı yaprakların dökülüşündeki hüzünle birlikte tempo da yavaşlıyor ağı ağır.  Parkta o an bulunan küçük kardeş Naz, köpeği Biber, Zahide ve Romancı’nın ruh dünyalarındaki buruk mutluluğa pek de uyan sonbahar tasvirlerindeki özgün hal hemen dikkati çekiyor.

Cinayet mahallinde, aşk sahnelerinde ya da Naz‘ın hastalığı anlatılırken tempoyu artırıyor yazar ve okurun nefes alıp verişi de doğal olarak hızlanıyor bu bölümlerde. Cümle yapısı da anında değişikliğe uğruyor o zaman; kısa kısa kurulan ya da virgüllerle bölünen cümlelerle okurun nefes alma ritmi dengeleniyor böylece.

Yazar, romanında erotik bir sahneyi anlatırken bir anda sizi siyasal çözümleme yapılan bir mecraya taşıyabiliyor. Ustalıkla yapıyor bu geçişi. Siz bunu yadırgamıyor, hatta bu geçişi başarıyla gerçekleştirildiğini düşünmeye bile fırsat bulamadan ya yapılan bir saptamanın ayrıntılarının farkına varıyor ya da haz duygusuna dalıyorsunuz. Mesela sevgilisini düşünürken derin derin, oturduğu mahaldeki bir kitabın kokusunun çağrıştırdıklarından 12 Eylül siyasi ortamına bir iki cümleden sonra çok rahat geçebiliyor yazar. Oradan da babasının arkadaşı eski tüfek Yusuf ağbi’nin devrimci geçmişine göndermeler, gibi…

Yaşar Kemal İnce Memed ‘in son cildini, ilk ciltten yirmi yıl sonra yazmış. Söyleşi yapan kişi Yaşar Kemal’e sormuştu, nasıl oluyor da yirmi yıl sonra aynı dil bütünlüğünü koruyup son cildi de ilki gibi yazabiliyorsunuz?

Hakan Yaman da bu romanı hiç kalkmadan oturup yazmış gibi. Bende bu kanı oluştuğunda romanı bitirmeme yüzeli sayfa vardı. Sonra bir baktım ki romanın sonunda ‘yazar olan kahramanımız ‘Romancı da tam da öyle yapıyor, yani oturup hiç kalkmadan romanını (ya da itiraflarını) yazıyor.

Dörtyüz yedi sayfalık bir romanda sayfaların içinde ilerlerken en baştaki ilgi yoğunluğuyla tutmak kolay bir iş değildir okuru. Fakat Hakan Yaman ‘Romancı’da birden fazla çözülmeyi bekleyen gerilim noktası yaratarak bunu başarmış. Okur kitabı eline aldığında ‘…ilk kez yalan söylemiyorum. Zaten sen de kurgudan çok gerçek yaşam öykülerini seversin, bilirim.’ deyip okuyucuyu kitabı yarıda bırakmaması yönünde adeta tahrik ediyor. Bir bakıyorsunuz ki yirmi sayfa okuyuvermişsiniz. Sonra soluk soluğa romanın bittiğini fark ediyorsunuz. Hızınızı alamayıp kitap arkası yazısını da okuyorsunuz. Okuyun, okumalısınız da; çünkü kurgu hızını alamamış, hikâye orada da devam ediyor.

Doğan Kitap’tan çıkan dördüncü kitabı ‘Romancı’ ile çağdaş Türk romancıları arasında önemli bir yer edinen Hakan Yaman bundan önceki üç romanı da Doğan Kitap’tan yayımlanmıştır. Bunlardan 2008 de yayımlanmış olan “Fotoğraftaki Kadın’ la 2009 Yunus Nadi Roman Ödülü ‘nü almıştır.

Özden Günay